Günümüz
modern insanı toplu şizofreni, toplu nevroz yaşıyor.
Bu nevrozun
ürettiği endişe duygusunu da ilaçlarla, uyuşturucularla, alkolle, TV ile, sahte
ilişkilerle uyutmaya ve avutmayı çalışıyor. Daha fazlasına sahip olursa
endişeden kurtulacağını sanıyor. Ama içindeki boşluğu bir türlü dolduramıyor. Kendini
tekrar ederek bu kez farklı bir sonuç alacağı yanılsamasından bir türlü
kurtulamıyor. Modern insan mutsuz, doyumsuz ve korku dolu.
Rollo May, bu
kitabında içinde yaşadığımız endişe çağında modern kadın ve erkeğin, toplumun
‘’ normal ‘’ hale gelmiş nevrotik yapısından nasıl etkilendiğini inceliyor.
Günümüz insanının çelişkilerini espri ve hayal gücü zenginliğiyle donanmış
olarak ortaya koyuyor.
Bu kitap, itaatkârlığı erdem sana ve yaşadıklarını
iddia eden ‘’ ölü ‘’ insanlar için değil; yüzyıllık yalnızlığı sona erdirmek,
ruhunu uyandırmak ve kendini bulmak sona erdirmek, ruhunu uyandırmak ve kendini
bulmak isteyen insanlar için. Bilgi çağından bilinç çağına geçiş, insanın
kendini tanıması ile başlar. Kendini tanımak süreci ise ‘’ sanal sevgi ‘’ den
‘’ gerçek sevgi ‘’ ye doğru uzanan köprünün inşasıdır.
Çok uzun
zamandan sonra ilk defa bir psikoloji kitabı beni bu kadar çok etkiledi. Bir
sonra ki sayfayı büyük bir açlıkla çevirdim. Yenir bir bilgi edinmenin açlığı
ile. Psikoloji ve felsefe karışımı bir kitap, insanın kendini tanıması, kendi
benliğini tanıması adına yazılmış. Kendi benliğinin farkına varılmasını hem
kendi yaşamsal dönemlerimiz hem de tarihsel süreçte insanın yolculuğu içinde
anlatıyor.
Arada özgürlüğünüzden ve sorumluluk
bilincinizden ödün vermeden, mirasını devraldığımız geleneklerle kendi
benliğimiz arasında nasıl bir bağ oluşturabiliriz?
Kitapta
alıntı yapılan Dostoyevski’nin Yüce Yargıç adlı hikâyesi benim oldukça ilgimi
çekti.
Hikâye Hz.
İsa dünyaya ya geri gelir ve sesiz sedasız insanları iyileştirmeye başlayıp
İspanyol Engizisyonun Başyargıcının bunu fark etmesi ve dini bozduğu gerekçesi
ile onu hapse atılmasını anlatıyor.
Ve buradan
geneleme yaparak yazarın ulaştığı sonuç hakikaten tüylerini diken diken ediyor.
Kitabı okursanız lütfen bu konuda sizde düşünün. Bu arada bende, bu hikâyenin
tamamını en kısa zamanda okumalıyım.
Kitap din
konularında da farklı bakış açısı sergiliyor, dinin genel anlamda kavrayışımız
ve benliğimize etkisi hakkında. Yazar bunu anlatırken genel olarak Batı
değerlerini alsa da anlatmak istediği daha genel olduğu için beni referans
aldığı Hristiyan değerleri beni ne rahatsız etti, nede beni kitaptan
uzaklaştırdı. Çünkü bura anlatılan özel anlamda Hristiyanlık değil genel olarak birim yaşadığımız anladığımız din. Yazarın Batılı olması referans
kaynaklarının da kendi yaşamından vermesine yol açmış.
Paul Tillich’ten yapılan bir alıntıda;
Tanrının varlığını kanıtlamaya
çalışmanın Tanrının olmadığını savunmakla, yani ateizmle eş anlamlı olduğu
savunur. Tanrının varlığını kabul etmekte de reddetmek kadar ateistçe bir
tutumdur. Tanrı var olmanın ta kendisidir, ayrı bir varlık değil.
Sevgi
konusunda da oldukça ilginç ama benim düşününce doğruluğuna inandığım tezler
öne sürüyor. Mesela, bir çocuk ergenliğe gelmeden gerçek anlamda sevemez, sevgi
kavramı ve bir şeye ihtiyacı olduğundan değil sadece sevgiyi vermek olduğunun
farkına ancak o zaman varır.
Kitap
hakkında anlatılacak o kadar çok şey var ki, ben bu yazı için bunları
seçebildim ancak.
Bu
kitabı herkese, özellikle insanı merak eden, çevresini anlamaya çalışan,
görünenin ardını merak eden herkese ama HERKESE
öneririm.
Sevgiler…